Türkiye uzunca bir vakittir Batı ile ilişkilerinin geleceğine dair tartışmaları yapmaya devam ediyor. ABD Başkanı Biden’in Cumhurbaşkanı Erdoğan ile geçtiğimiz haftalarda yaptığı görüşme ve evvelinde yaşanan büyükelçiler krizi bu tartışmaların kamuoyunun gündemine gelmesine sebebiyet verdi. Bu eksen arayışının Türkiye’yi orta ve uzun vadede nerede konumlandıracağına dair polemikler bir tarafa AK Parti hükümetinin batı ile bozulan ilişkilerinin seçmen davranışına mümkün maliyetlerini ilaveten bahsetmek gerekiyor. Öyle ki son büyükelçiler krizinin döviz kuruna bunun da Türkiye’deki iç politikaya yansımalarını hatırladığımızda soruna bir de buradan bakmak elzem duruma geliyor.
Elbette ki oy verme davranışlarının nedenlerini ideoloji, kimlik siyaseti, toplumsal çoğu etken ile tanımlamak mümkün. Bununla birlikte burada kimlik ve partizanlığın etkisini göz ardı etmeden ekonominin seçmen davranışında oynayabileceği muhtemel rolün önümüzdeki dönemdeki belirleyiciliği hatırlanmalıdır.
Özellikle ekonomik faktörler içerisinde yer alan ekonomik büyümenin seçim neticeleri üzerindeki etkisine ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Çünkü ekonomik büyüme yalnızca bir rakamdan ibaret değil. Ekonomik büyüme aynı vakitte üretim, refah ve refahın paylaşılması da demek. Bütçe hazırlanırken, bütçeden kalemlere ayrılacak miktarları belirlerken, ülkenin geliri neyse paylaşım ona göre yapılıyor. Herhangi bir ekonomik göstergenin seviyesinden bahsederken, bu göstergenin milli gelir içerisindeki payına göre değerlendirmede bulunuyoruz.
Bu yüzden ekonomik büyümenin hem ülke ekonomisi amacıyla hem de şahsi ve toplumsal refah seviyesi amacıyla ne denli mühim bulunduğu ortada. Dolayısıyla, büyüme artışı ya da azalışı refah üzerindeki etkisini sandıkta gösteriyor. Yıllar içerisinde ekonomik büyümenin seçim neticeleriyle da büyük oranda doğrusal ilerlemesi bunu doğrular nitelikte.
Ekonominin Rakamları
Ekonomik büyümenin en mühim göstergelerinden biri olarak dış siyaset seçimleri bağlamında şekillenen ithalat-ihracat rakamları gelmektedir. Türkiye, ihracatının yüzde 55’ini, ithalatının yüzde 50’sini Avrupa ülkeleriyle yapıyor. Genellikle Almanya, ABD, Birleşik Krallık ve İtalya ile yapılan ihracat datalarına bakıldığında bu ülkelerin Türkiye’nin ihracatının belkemiğini meydana getirdiği görülüyor. Bununla beraber, yüzde 1o’luk büyük bir payın Çin’le olmasına karşın Türkiye, ithalatının çok büyük bölümünü de ihracat da bulunduğu gibi tekrar Avrupa ülkeleri ile gerçekleştiriyor.
Bu bilgiler -ithal edilen ürünlerin katma değerinin Türkiye ekonomisi amacıyla had safhada kritik bulunduğu gibi çoğu etmeni de göz önünde bulundurarak- Türkiye’nin küresel ticaret ağının bir parçası bulunduğu ve Türkiye’yi Avrupa ülkelerinin politik, sosyal ve ekonomik atmosferinden azade düşünemeyeceğimiz manasına geliyor.
Buradan mülhem, AK Parti’de yaşanan ekonomik bozulma kaynaklı oy kayıplarını değerlendirirken, son dönemde Avrupa ülkeleriyle kurmuş bulunduğu ilişkinin muhteviyatı ile AK Parti’nin yerelde yürüttüğü politika stratejisinin küresel ölçekli aktörlerin ajandasıyla uyuşmamasının ve hâlen etkisini kuvvetli şekilde devam ettiren sosyal ve ekonomik krizin paralelliği göz ardı edilmemelidir.
Türkiye’de yaşanan bu ekonomik ve sosyal krizin boyutunu görmek yönünden bir ülkedeki hayat standardının mühim göstergelerinden biri olan Kişi Başına Düşen Gayrisafi Yurtiçi Hasıla bilgilerine bakıldığında Türkiye’de bu değerin 2013 senesinden beri sık sık azaldığı görülüyor. 2020 senesinde gerçekleşen Kişi Başına Düşen GSYH ise 2007’nin dahi gerisine düşmüş durumda.
Benzer şekilde tüketicilerin şahsi mali halleri ve genel ekonomiye dair sahip olunan değerlendirmelerinin yanı sıra istikbal dönemde ekonomik hale dair beklentilerini sahibi olan Tüketici Güven Endeksi Türkiye’de -2 senesi aşkın süredir ve sık sık bir şekilde- 2008 senesinde gerçekleşen kriz dönemindeki değerlerde seyrediyor.
Sadece ekonomik değil, yaşanan çoğu sosyal krizin de tetikleyicisi olan genel işsizlik ve genç nüfusta işsizlik miktarları ise 2013 senesinden beri artıyor. 2018 senesinde yaşanan döviz krizi ve 2020 senesinde başlayan Covid-19 salgınının etkisiyle her iki miktar da son 20 senenin en üst standardına çıkmış durumda.
İktidarın Ekonomik Eylemi
Bu ve buna benzer çoğu veriye bakıldığında Türkiye’nin 2013 senesinden başlayan istikrarsızlık sürecinin seneler itibariyle detaylı uğrakları bulunduğu, 2018 döviz kriziyle birlikte bundan sonra konstrüktif krizleri aşacak kaliteye sahip politik manevraları yapacak kadrolara sahip olmadığı, yalnızca ulusal değil küresel aktörlerle de sürdürülebilir iş birliği mekanizmalarının işlemediği görülüyor.
Ana muhalefet, bu dönemde siyasi yelpazenin bir araya gelmez çoğu aktörünü uzlaştırarak -kendi iç dinamiklerini de bu süreçte dönüştürerek- iktidar partisi karşıtı bir blok oluşturmuş durumda. Buna rağmen 2013 yılından beri etkisini çoğaltarak devam eden sosyal ve ekonomik kriz karşısında ne Cumhur İttifakı çatısı altında konsolide olan seçmen grubuna sahici teklifler götürerek onları ikna edebiliyor ne de Cumhur İttifakı dışında kalan aktörlere yönelik “Nasıl bir Dünya? Nasıl bir Türkiye?” sorusuna yanıt verebilecek dört başı mamur politik bir patikaya sahip izlenimi veriyor.
Görünen, kamuoyu araştırmalarına yansıyan ve ekonomik rahatsızlıklardan kaynaklanan iktidardaki oy yitimi 2018 döviz kriziyle birlikte strüktürel ekonomik ve sosyal krizden çıkabilecek siyaset setlerini oluşturamamasından kaynaklanıyor.
Her ne kadar sosyal ve ekonomik kriz son 20 senenin en şedit hâlini alsa dahi AK Parti iktidarıyla birlikte orta sınıflaşarak özgüven kazanan muhafazakâr/mütedeyyin kesimin hâlâ AK Parti’ye tanıdığı bir kredi var. Buna rağmen AK Parti Batı ile bozulan ilişkilerin sebep bulunduğu ekonomik bozulmayla takas edebileceği Batı karşıtı dil ve jargonla tabanını konsolide ediyor. Fakat bu durumun oy kayıplarını engelleyecek yeterli tampon vazifesi göremediği de görülüyor. Her geride bıraktığımız gün çoğalan yaşam pahalılığı, arkası kesilmeyen yolsuzluk hikayeleri ile bu kredinin günbegün azaldığı da göz önüne alındığında AK Parti’nin Batı ile yaşanan gerilimlerden elde ettiği kitle motivasyonunun sürdürülebilirliği çok kalıcı gözükmüyor. Bunun yerine iktidarın seçimlere giderken Batı ile daha uyumlu bir dış siyaset tercihinin ekonomiye sağlayacağı muhtemel katkının kendisine, nihai neticesi ne kadar etkileyeceği net olmamakla birlikte, sandıkta daha büyük yarar sağlayacağı söylenebilir.