Dünya sahnesi birçok savaşa şahit olmuştur. Bazen savunma bazen ise saldırı refleksleriyle ortaya çıkan savaşlar, temelde devlet çıkarlarını korumak için başvurulan en etkili araçlardan biri olmuştur. Savaşlar tarihsel süreci boyunca sürekli değişime uğramıştır. Bu değişimde ki en büyük rolü ise teknolojik gelişmeler oynamıştır. Özellikle Sanayi Devrimi ve sonrasında gerçekleşen savaşlar yaşamın her yönünü etkilemeye başlamışlardır. Topyekûn savaşın en önemli kanıtı olan dünya savaşlarının en önemli nedeni, sanayi devrimi ile gerçekleşen yüksek üretimi karşılamak için gereksinim duyulan pazar ve küresel hâkimiyet arayışıdır. Savaşlar da barutun kullanımının başlaması ve hava kuvvetlerinin savaşı şekillendirmesine olanak sağlayan birçok teknolojik gelişim bu değişime katkı sağlamıştır. Askeri tarihte birbiriyle etkileşim içinde olan devamlı döngüler de görülmüştür: sınırlı-sınırsız savaş; piyade-süvari; ateş gücü-manevra, savunma-saldırı vb. Savaşın evrimi özellikle Avrupa kıtasında yaşanan tarihsel kırılmalar sonucunda şekillenmiştir. Geleneksel savaşlar, modernizm ve ulus-devlet kavramlarının ortaya çıkışıyla yakından alakalıdır. Sanayinin savaş alanlarına hâkim olmasından önce iki ordunun karşı karşıya geldiği meydan savaşları, en uzun birkaç gün içinde sonuca bağlanıyor, çok daha az sayıda insanın katılımını gerektiriyor ve siviller genellikle (savaş harcamalarını karşılamak için istenen ek vergiler ya da yaşadıkları bölgeden geçen orduların iaşesini sağlamak dışında) savaşın yıkıcı etkilerine çok fazla maruz kalmıyorlardı. Sanayileşmeyle birlikte hızla silahlanan kapitalist güçler neredeyse eşit güç kapasitelerine sahip ve birbirine yakın teknolojilerle savaş meydanlarında çarpışınca savaşların sonuçlanma süresi uzadı ve savaşlar yıllarca sürmeye başladı. Cepheler çok daha geniş alanlara yayıldı, savaşan ülkelerin bütün toprakları savaş alanı haline geldi. Sonuç olarak vatandaş ve devlet tüm kaynaklarını savaş için seferber etmek zorunda kaldı, savaş alanı yalnızca orduların birbirleriyle savaştığı alanlar olmaktan çıkıp, cephenin gerisindeki kentler, ulaşım yolları, üretim birimlerini de kapsamaya başladı. Ayrıca siviller de savaş alanının bir parçası olmaya ve doğrudan hedef olarak görülmeye başlandı. Artık sadece düşman güçlerinin değil düşman ülkenin halkının da savaşma iradesi ve direncinin kırılması gerekiyordu. Yerleşim yerlerinin birer askeri hedef haline gelmesi, kentleşme göz önüne alındığında muazzam sivil can kayıpları ortaya çıkardı. Sonuç olarak, savaşın doğrudan ve dolaylı etkileri yüzünden yaşanan sivil can kayıpları katlanarak artmış ve askeri kayıpların misliyle fazlasına ulaşmıştır. İşte topyekûn savaş budur.
Kapitalist düzene geçiş, 19. yüzyılın ortalarından itibaren savaşların doğasını ve tarzını değiştirmiştir. Topyekûn savaş, seferberlik ilan edilerek milyonlarca insanın cephelere çağırılması, ekonominin savaşa endekslenmesi, sanayi merkezlerinin, enerji santrallerinin, ulaşım ve iletişimi sağlayan hatların, kentlerin, kısacası vatandaşları da dahil tüm ülkenin savaş bölgesi ve askeri hedef haline gelmesi demektir.
Dünya savaşları, ulus-devletler ve yurttaş orduların yaptıkları küresel ölçekli savaşlardır. Bu iki savaş, geniş kaynaklar kullanılması ve korkunç yıkımlara neden olmaları için topyekûn savaşlara örnek verilebilir. Topyekûn savaşın biçimi çok kapsamlı bir ekonomik programa dayanır yani temelde bir ekonomi savaşıdır. Bu niteliği sanayi devriminin ortaya çıkardığı imkânlara dayanmasından alır. Burada ki en önemli nokta, bu savaşların, dünya üzerinde yeni bir güç dengesi kurması ve uluslararası düzende ki güç ilişkilerini yeniden düzenlemesidir. Topyekûn savaşlar bittiğin dünyaya miras olarak yeni bir hegemon güç bırakırlar, bu nedenle bir diğer isimleri de hegemonik savaşlardır. I. Dünya Savaşı sonucunda hayatını kaybedenler, kendisinden önceki iki yüz yıl boyunca gerçekleşen tüm savaşlardaki toplam kayıptan fazlayken, II. Dünya Savaşındaki kayıpların sayısı ise, bilinen insanlık tarihindeki bütün savaşların toplamından fazla kabul edilmektedir. Böylelikle, I. Dünya Savaşında can kaybı 11 milyon asker ve 7 milyon sivilken, II. Dünya Savaşın döneminde kapitalizm ve topyekûn savaşın yükselişiyle can kayıpları da yükselmiş ve 21-25 milyon askerin yanı sıra 50-55 milyon sivil hayatını kaybetmiştir.
İnsanlığı savaşın dehşet sonuçlarıyla karşı karşıya getiren Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve ikincisinin bitimi aşamasında kullanılan nükleer bombalar önce topyekûn savaşlarda ve akabinde devletlerarası savaşlarda bir duraklamaya neden olmuştur. Dünya savaşları askeri teknoloji üstünlüğün önemini göz önüne sermiş ve silahlanma hız kazanmıştır. Askeri teknoloji de bu süreçte gelişim hızını arttırmış ve büyük bir sıçrama yaşamıştır. Devletler maddi fonlarının büyük bir kısmını bu alana ayırmıştır. Artık mesele bu silahları ve teknolojiyi kullanmaktan daha çok bunlara sahip olup diğer devletlere görece üstünlük elde etmek olmuştur. Dünya savaşlarının belki de en önemli sonucu, devletin son derece kapsayıcı ve etkin bir aygıt hale gelmesidir.
II. Dünya savaşı sonrası. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler arasında ki gerilim, silahlanma için ayrılan bütçeleri ve nükleer cephane stoklanmasını arttırmıştır. Bunun en büyük sonucu temsili savaşlarda, (büyük devletlerin fiilen katılmadığı savaşlar, örn. Kore Savaşı, Ortadoğu) süper güçlerin konvansiyonel silahlarını birbirine karşı kullanmalarıdır. Soğuk Savaş dönemini sırasında silahlanma yarışı zirve noktasına ulaşmıştır. Teknolojik alanda ki gelişmeler sonucunda geliştirilmiş ve bilgisayar sistemleriyle donatılmış savaş uçakları, helikopterler, füzeler, uçak gemileri, nükleer silahlar, gece görüş sistemleri ve uydu sistemleri devreye girmiştir. İnsansız hava araçlarının toplanan bilgilerin dünyanın diğer ucunda ki karargâhlara anında aktarılmış, kilometre uzaktaki füzeler bir tek düğmeyle harekete geçirilmiştir. Bu dönemde ki teknolojik donanım, yüzbinlerce kişilik orduların cepheler de karşılıklı çatıştığı geleneksel savaş biçimini tarihin tozlu raflarına kaldırmıştır.
Dünya savaşları sonrasında devlet yönetimine militarist mantık hâkim olmuş ve devletler kendi içlerinde yeni politik yapılanmalar oluşturmuşlardır. Ordular, silahlı kuvvetler ve savaşın iyi gösteren propagandalar yapılmış; ülke yönetiminde, siyasi ve toplumsal alanda silahlı kuvvetler ağırlık kazanmış; sorunların çözümüne askeri yöntemlerle yaklaşılmış, savaş normal ve arzu edilen bir olgu olarak toplumlara sunulmuştur, işte kapitalizmin doğurduğu militarizm budur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında nükleer devrim ve güvenlik çalışmaları önem kazanmış, devletler bu alanlar da yoğunlaşmışlardır. Nükleer silahların güvenlik çalışmaları üzerindeki muazzam etkisiyle birlikte sorular devletlerin kitle imha silahlarını politikanın enstrümanları olarak nasıl kullanabileceği üzerine odaklanmıştır. Soğuk Savaş döneminde gerek ABD gerekse SSCB etrafında mümkün mertebe sıcak bir çatışmaya girmekten kaçınmışlardır. Dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan bu savaşlarda büyük hegemon güçler işin içinde şu ya da bu ölçüde muhakkak olmuşlardır. Soğuk savaş döneminde hegemon güçler savaşı Avrupa’nın dışında tutmaya çalıştılar, ellerindeki öldürücü ve yıkıcı teknoloji araçlarıyla direkt karşı karşıya gelmek yerine, dünyanın yeniden paylaşımı için uzak topraklarda giriştikleri ya da kışkırttıkları çatışmalarla dolaylı olarak boy ölçüşmeye ve savaşmaya devam etmişlerdir. Her iki tarafında elinde bulunan nükleer silahların yarattığı “korku ve caydırma politikası”, bu dönemde savaşın bir dış politika aracı olarak kullanılmasının önüne geçmiştir. Bu dönemde nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar savaşın sınırlarını ve askeri gücün sahip olduğu değeri yeniden belirlemiştir. Dünyadaki en büyük caydırıcı güç muhakkak ki nükleer silahlardır ve bu silahlar bir kenti yok edebilir, yüz binlerce kişiyi aynı anda öldürebilir, çevreye uzun süreli zarar verebilir ve gelecek nesillerin sağlıklarını tehlikeye atar. Nitekim ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombası neticesinde yaklaşık olarak 200 bin insan hayatını kaybetti. Soğuk Savaş döneminde bu iki kutup genellikle direkt birbirleriyle savaşmamaya çalışmıştır ama, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, SSCB’nin Afganistan Müdahalesi gibi savaşlar da meydana gelmiştir. Ayrıca bu dönemde de-kolonizasyon süreci nedeniyle pek çok devlet bağımsızlık savaşı vermiştir. Bu dönemde iki kutbun dışındaki devletler de bir siyaset aracı olmuşlardır, bu iki süper güç ekonomik yardımlarla etki alanını genişletmeye çalışmıştır. Soğuk savaş dönemi ‘teknoloji kazanır’ inancını kısmen çürütmüştür. Çünkü bu dönemde var olan asimetrik savaşlar avantaja sahip olmayan taraflarında başarılı olabileceğini göstermiştir. Karşı tarafın zayıf noktalarını belirleyerek beklenmeyen saldırılar yapmak, beklenmeyen araç ve yöntemlerle saldırmak, teknolojiden istifade ederek geleneksel olmayan taktik ve stratejik yöntemler uygulayarak elde edilen başarılar, savaşın her zaman güçlünün kazandığı bir mücadele olmadığını kanıtlamıştır.
Özetle dünya üzerinde bir savaş uygarlığı yaşanmaktadır. Kullanılan araçlar, yıkıcı gücü ve amaçları zaman içinde değişen savaş olgusu değişmeye ve gelişmeye devam edecektir. Dünya savaşın yıkıcılığına birçok kez şahit olmuştur ve hala da olmaktadır.Dünya çapında istikrarsızlığın ve rekabetin giderek artması ülkelerin daha çok silahlanmasına neden olmuştur. Ulus-devletin ortaya çıkışı, askeri-bürokratik devlet yapısının fazlasıyla güçlenmesine ve büyümesine, denetimini toplumun her alanına uzatmasına, silahlanmanın küresel çapta hız kazanmasına neden olmuştur. Kapitalizm sayesinde gelişip büyüyen sermaye, savaşların da aynı doğrultuda büyümesine, sayısının, sıklığının, yıkıcılığının ve can kayıplarının artmasına neden olmuştur. Dünya pazarında daha fazla söz hakkına sahibi olmak, daha geniş hammadde ve enerji kaynağını elinin altında tutmak isteyen tüm büyük güçler sürekli bir rekabet içindedirler. Bu rekabet kimi zaman askeri yöntemler kullanmayı da zorunlu kılar. Bu zorunluluktan doğan en büyük ihtiyaç ise daha güçlü ordulara sahip olan taraf olmaktır. Sanayi devrimi sonucunda ortaya çıkan zenginlik ve seri üretimin sağladığı olanaklar, daha fazla sayıda askeri donanımı ve buna bağlı olarak daha büyük ordular kurmayı mümkün kılmıştır. Kapitalist seri kitlesel üretim, ordunun da savaşların da kitleselleşmesine zemin hazırlamıştır. Dünya sahnesi 20. yüzyılda 300’e yakın savaşa ve 110 milyonu aşkın insanın bu savaşlarda hayatlarını kaybedişine şahit oldu. Topyekûn savaşın ortaya çıkışıyla birlikte savaşlar, toplumun tamamını doğrudan veya dolaylı olarak etkiler hale geldi ve teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı ölüm makineleri yıkımın boyutlarını muazzam bir şekilde arttırdı.