19. yy. da temel enerji kaynağı kömür iken 20. yy. da petrol ve doğalgaz gibi yeni enerji kaynakları bulundu. İçten yanmalı motorların gelişmesiyle kullanım alanları artan petrol, hayatımızın her alanına nüfuz etti.1950’li yıllardan itibaren sanayileşme ve endüstriyel üretiminin geniş yelpazede iş olanakları sunması, kırsal kesimlerde yaşayan insanların hızla şehirlere göç etmesine neden oldu. Kırsaldan kentlere göç hareketi inşaat, gıda ve mobilya
sektörleri başta olmak üzere birçok sektörü hareketlendirerek büyük bir ekonomik pazar oluşturmuştur. Kapitalizmin ilk çarkları bu şekilde dönmeye başladı. Bu durum, hem ülke hem de yerel yönetimlerin çıkarlarıyla örtüşüyordu.
İnsan doğası gereği şehir hayatına uygun olmasa da zamanla bu duruma adapte olmayı öğrendi. Fakat tarihinin hiçbir döneminde insan, son yüzyılda yaşadığı kadar hızlı geçiş dönemlerine şahit olmamıştı. Tarım toplumundan endüstri toplumuna, mekanikten elektroniğe geçiş derken bilgisayarın icadı ile birlikte dijital bir dünyada buldu kendini. Teknoloji çağına geçiş ile birlikte hızla dijitalleşen dünya, insanoğlu için adapte olma sorunlarını da beraberinde getirdi. Tam dijital dünyaya da yavaş yavaş adapte oluyorken bu kez yazılım ve bilişim sektörü yapay zekâyı hayatımıza sokarak yeni bir pencere açtı. Bugüne kadar insanoğlunun yardımcısı olan teknoloji yoksa insanın düşmanı mıydı?
Şehir hayatı ve teknoloji elbette insanlara pek çok avantajlar sunuyordu. Bu avantajlar insanın hızlı yaşama ve hızlı tüketme gibi alışkanlıklar kazanmasına neden oldu. Fakat zaman geçtikçe hem fiziksel hem mental hastalıkların artması bize, bu alışkanlıkların insan doğasına aykırı yaşam tarzı olduğunu gösterdi. 2018 yılında gerçekleştirilen ‘’Dünya Ruh Sağlığı’’ paneline konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Mansur Beyazyürek günümüzde insanların yüzde 25’inin yaşamının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilendiğini belirterek bu durumun gündelik yaşamı ciddi boyutlarda etkilediğini söyledi. Prof. Dr. Mansur Beyazyürek konuşmasının devamında günümüz insanı kendisinde kaygı, çatışma, belirsizlik, endişe, kontrol dışılık yaratan bilgi ve uyaranlarla baş etmekte zorlanıyor; birbiriyle çatışan, çelişki uyandıran, nasıl baş edeceğini bilemediği, tanımadığı yeni uyaranlarla karşı karşıya kaldığını ve bu durumun sürdürülemez olduğuna deyindi.
Amerikalı profesör Micheal Bratman, karanlık düşünceler üzerinde yoğunlaştığımızda, ön korteks denilen beynimizin bir bölgesinin harekete geçmesini baz alarak bu bölgeyi taramak için bir deney yaptı. Bu deneyde Bratman iki yürüyüş sporcusunu kullandı. Bu iki yürüyüşçüden birisi ormanda yürüyüş yaparken diğeri şehir ortamında yürüyüş yaptı. Doksan dakikalık yürüyüşün ardından her iki sporcunun da beyinlerini tarayan Bratman, doğada yürüyüşe çıkan sporcunun şehirde yürüyüş yapan sporcuya göre ön korteksinin daha az aktif olduğunu gözlemledi. Aynı deneyi kırsal kesimde ve şehir ortamında yaşayan insanlar üzerinde de yapan ve aynı sonucu alan Bratman, şehirden uzak yaşam tarzını seçen insanların yıkıcı düşünce kalıplarından daha az etkilendikleri, dolayısıyla doğanın depresyon riskini azaltarak zihinsel refahı artırdığı sonucuna vardı.
Büyük şehirlerde yaşarken günlük olarak maruz kaldığımız dış uyaranların miktarı düşündüğümüzden daha fazladır. Trafik, ses ve görüntü kirliliği konsantre olma yeteneğimizi engeller ve doğrudan zihinsel yorgunluk, endişe ve stres ortaya çıkar. Doğaya yakın yaşadığımızda ise tüm bu uyaran miktarlarının azalmasına bağlı olarak, stres ve kaygıdan uzaklaşarak yaratıcılık ve odaklanmaya yer açarız. Sonuç olarak ne kadar antidepresan kullanacağımız nasıl bir ortamda yaşadığımız ve teknolojiyi ne düzeyde hayatımıza soktuğumuz ile doğru orantılıdır.